Dünya Görüşlerine Giriş - Kısım 2
                 PDF dosyasında makaleyi indirin
by Rick Wage

 

Giriş

Eski Probe çalışanı Jerry Solomon birkaç yıl kadar önce dünya görüşleri konusu üzerine temel bir giriş yapıp 3 büyük dünya görüşünün; Hristiyan Teizmi, Doğacılık ve Yeni Çağ Panteizmi’ni özetlediği bir makale yazmıştı.(1) Biz bu makalemiz de 4 dünya görüşüne daha göz atacağız: Deizm, Nihilizm,Varoluşçuluk ve Postmodernizm. Makalelerimizde bu felsefelere sık sık gönderimde bulunuyoruz bu nedenle referans olarak kısa bir tanımda bulunmak faydalı gözüküyor. (2)

 

Dünya Görüşleri- Bazı Temeller

Dünya Görüşü nedir? 19’ncu yüzyıl kilise tarihçisi James Orr dünya görüşü için “ [o] şeyleri bütün olarak kavrayabilmek için bir felsefe ya da teolojinin bakış açısından aklın üzerine alabileceği en geniş görüşü belirtir” demiştir. (3) Gelişmiş bir dünya görüşü, diğerlerinin yanında, köken, amaç ve yazgı ya da bazılarının dediği gibi “neden, nereden ve nereye” sorularına yanıt verir. (4)

Ancak kimileri de böyle bir Hristiyanlık görüşünün çok entelektüel ya da içrek (ezoterik) olduğunu veyahut da Hristiyanlığın doğası itibariyle herhangi bir felsefi fikirler grubu içerisine sokulmaya uygun olmadığını söyleyeceklerdir. Hristiyanlığın, onu gerçek hayattan çok uzak gösterecek fazlasıyla felsefi bir resminin sunulabileceği doğrudur. Ama bu yine de bilişsel öğenin değerini azaltır mı? Elçi Pavlus’un inancın rasyonel yönünü hasaba katmakla hiçbir sorunu olmadığını hatırlayın. Yaşanabilmesi için bir Hristiyanlık bilgisine sahip olunmalıdır. Efs. 1:17,18’i okuyun. (5) Koloseliler’de Pavlus’un o günkü felsefeyi reddetmeleri için okurlarına nasıl entelektüel temeller verdiğine dikkat edin. (1:9)

Hristiyanlığı dünya görüşü yoluyla düşünmek için birkaç sebep vardır. Kilise tarihçisi James Orr 100 yıldan fazla bir zaman önce böyle bir bakış açısını ilk olarak Hristiyanlığın, aralarından açık büfe tarzı seçimler yapabileceğimiz birbirleriyle bağlantılı sayısız inançlar içerir görülmesi nedeniyle gerekli gördü. Şöyle demiştir: “ Bütün kalbiyle İsa’ya Tanrı’nın Oğlu olarak iman etmiş olan kişi böylelikle bununla birlikte çok daha fazlasına da bağlılık bildirmiştir. O, yanlızca Hristiyanlıkta bulunan, bir Tanrı görüşüne, bir insan görüşüne bir günah görüşüne, bir Kurtuluş görüşüne, yaratış ve tarihte bir Tanrı amacı görüşüne, bağlılığını bildirmiştir. Bu, tamamiyle felsefi ya da bilimsel bakış açılarından oluşturulmuş kuramlarla belirgin bir zıtlık içerisinde olan bir ‘Weltanschauung’ ya da ‘Hristiyan dünya görüşü’ oluşturur.” (6) Bu nedenle Hristiyanlık doğası itibariyle bir dünya görüşü oluşturur.

İkinci olarak, Orr der ki Hristiyanlık bir bütün olarak saldırı altında olduğuna göre yine bir bütün olarak savunulmalıdır; yalnızca bireysel öğretişler olarak değil ama bütün bir doğaüstü vahyedilmiş din kavramı olarak. “Hristiyanlığın karşılamak zorunda olduğu karşı çıkış” der Orr “artık belirli öğretişler ya da yaratış ve jeoloji arasındaki ilişki örneğindeki gibi doğa bilimleriyle sözde çelişki noktalarıyla sınırlı değildir, ancak bütün bir dünya ve içerindeki insanı tasavvur ediş şeklimize, doğal ya da ahlaki olsun bütün parçasını oluşturduğumuz şeyleri, tasavvur ediş şeklimize kadar uzanır.” (7)

 

Dünya Görüşlerini Değerlendirmek

Bir dünya görüşünü hangi kıstaslara göre değerlendirmeliyiz? Gerçekliğin doğru bir tanımının rasyonel olması, kanıtlarca desteklenmesi, bütün gerçeklik için en geniş açıklamayı sunması ve insan deneyimiyle uyum içinde olmasını beklemeye hakkımız vardır. Rasyonel doğasıyla ilgili olarak hem kendisiyle çelişki içinde olmamalı hem de bir sistem olarak tutarlı olmalıdır. Kanıtla ilgili olarak, yalnızca doğa ve tarihi olgularla tutarlı ve onları açıklıyor değil ama aynı zamanda tarihteki özel olaylarla ilgili açıklama da sunabilmelidir. (Burada özellikle yaşam, ölüm ve dirilişini kapsar biçimde İsa’nın kişiliğini ve yaptıklarını düşünüyorum). Bir dünya görüşü çevremizde ve kendimizde gördüklerimizi açıklama yeteneği ölçüsünde “Neden?” sorusunu yanıtlar. İnsani deneyim üzerine hem kendilerimiz hakkında bildiklerimizi açıklamalı hem de en derin özlem ve amaçlarımızı yanıtlamalıdır.

Daha da ötesi, mucizeler ya da peygamberlikler gibi doğaüstü öğeler karşısında şaşkınlığa düşmemeli ve bu tür raporların mümkün olduğu kadar araştırmayla doğrulanmasına çabalamalıyız.

Son olarak başka biçimde bilinemiyecek ifşa edilmiş herhangi bir gerçek, her ne kadar kendi başımıza bilebileceklerimizi aşıyor olsa da ve anlaşılması güç de olsa, insani deneyimin sınırları içerisinde bildiklerimizle nihai olarak çelişmemelidir.

Gelin şimdi dört dünya görüşümüzün üzerinde düşünmeye geçelim.


Deizm

Tarihsel Arkaplan

17 ve 18’nci yüzyılları kapsayan Aydınlanma adı verilen dönem Batı insanının dünya görüşünde önemli değişikliklere sahne oldu. Rönesansta sanatlar ve bilimlerde büyük buluşlara yol açan bilginin çiçeklenmesi insanın değerini yükselten bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. Hristiyan kilisesinde bile “Hristiyan Hümanizmi” adı verilen bir şey gelişti. Her ne kadar takip eden Aydınlanma döneminde “Hristiyan” kısmı kaybolmaya ve insan gerçek olan herşey üzerine nihai otorite olarak yalnız bırakılmaya başlanmış olsa da. Ama bu değşim bir gecede olmadı. Tanrı’nın hala tanındığı ama bazılarına göre onun yaratımıyla bir zamanlar olan temasını artık yitirdiğine inanılan bir zaman vardı. Gökyüzüne itilip orayla sınırlandırılmıştı. Tanrı’nın dünya üzerindeki lütufkar ilgisi nosyonları yok olmuşlardı. Böylelikle deizm; dört dünya görüşümüzden ilki doğmuş oldu.

Bu dönüşümde birkaç etken rol oynadı. Birisi; bilimin, özellikle de dünyanın rasyonel düzenli bir açıklamasını sağlayarak gizemli doğaüstü yönleri ortadan kaldırdığı öne sürülen Newton fiziğinin yayılmasıydı. Bir diğer etkense bir ya da iki yüz yıl önceki insanların örgütlü din üzerine yaklaşımlarına olumsuz etkide bulunan din savaşlarıydı. Son olarak, başka insanlar ve dinleri üzerine Hristiyanlığın evrenselden çok yerel görünmesine neden olan gittikçe artan bir farkındalık söz konusuydı(8). İlahi yasa yerini doğal yasaya bıraktı. Şimdi Tanrı’dan kaynaklanan “vahyedilmiş din” ve doğada keşfedilen “doğal din” vardı. Ve yansız ve evrensel olduğuna inanılan “doğal din” gerçek “vahyedilmiş din” olarak kabul edilebilecek şeyin standartı haline geldi.

 

Tanımlanışı

Öyleyse Deizm, “Doğal din vahyedilmiş dinde doğru olan herşeyi içerir; sonrakiyle ayrıldığı zamanlarda, farklar ya ahlaken önemsiz ya da batıl inançlardan kaynaklanmaktadır” inancıdır. (9) Doğal dinden yüksekte hiçbirşey yoktur. Akıl Tanrı’yı ve Onun dileğini bilmeye yeterlidir bu nedenle vahye gerek yoktur. Ahlaki açıdan insanın görevi basitçe bütün insanların mutluluğunu aramak olan Tanrı’nın dileğini yerine getirmektir.

Deistler Tanrı inancını nasıl korudular? Bir yazara göre, Newton’cu evren görüşü bir Tanrı talep eder görünür; evrenin çapraşık düzeni akıllı bir tasarlayıcıyı akla getirir. Gerçekte bu Tanrı’nın her zamankinden büyük görünmesine neden olmuştur. Ancak, Tanrı insan ilişkilerinde aktif bir rol almaktan çıkarılmıştı. Aşkınlığı içkinliğinin yok edilmesi pahasına vurgulanmıştı. Aynı zamanda her ne kadar Tanrı doğal yasanın yaratıcısı olsa da, o “insanın hergün karşılaştığı ikincil nedenler dizisinin gerisine çekilmişti” (10) Tanrı insanların sıradan deneyimlerine dahil olabilmek için fazla büyük görülüyordu. Yaşamlarımızın ayrıntıları üzerine Tanrı’nın payı konusunda bir ilgi ve tarihte ilahi bir amaç yoktu. Tanrı bilgisi “dini çağrışımlarının çoğundan temizlendi” (11)

 

Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılışı

Üç büyük etken deizimi Kutsal Kitapsal Hristiyanlıktan ayırır. İlki Tanrı muazzam aşkınlığı nedeniyle gerçek yaşamın işlerinden ayrılmıştır. Sire’ın belirttiği gibi “Tanrı uzak, yabancı, başka bir gezegendendir”(12). Ancak Kutsal Yazılar Tanrı’nın yaratımına dahil olmayı hem doğal düzeni destekleyerek (Ko. 1:17) hem de insanoğluyla ilişki kurarak devam ettiğini öğretir.

İkincisi, deistler insanı yalnızca katı yasalara göre saat gibi işleyen evrenin bir parçası olarak gördüler. İnsan Tanrı’nın yaratımı ve onun benzerliğinde yapılmış olarak kabul edildiğinde bile temelde bir günahkar olarak görünmedi. Kaybolan şeyler, günah ve lütuf ve yargı hakkında Tanrı’yla olan insan etkileşimi draması anlayışıydı. İnsan artık kendi kendisinden sorumluydu. Ancak, gerçekte özgür değildi çünkü doğal neden ve sonuç sistemine hapsolmuştu. (13)

Üçüncüsü, dünya düşmüş olarak değil ama Tanrı’nın onu yaratmış olduğu gibi görüldüğü için doğal düzen iyi ve doğru olanı yansıtıyordu. Pope’un söylemiş olduğu gibi “Bir gerçek açıktır, her ne mevcutsa doğrudur” (14) Ancak bütün deistler bu kadar ileri gitmedi. Etik deistler için çok önemliydi, ahlakı öznel /k işisel alana yönlendirmediler. Ancak hata yapmak doğada gözlemlenebilen soyut bir ahlaki etik ilkeye karşı olduğu kadar Tanrı’ya karşı değildi.

İçsel Zayıflığı

Hernekadar bugün çok az insan deist olma iddasında olsa da deizmin bugün hala inançlarımızda kendini gösteren kimi yönleri vardır. Örneğin kimileri her şeye gücü yeten ama insanların gündelik yaşamlarıyla doğrudan ilgilenmeyen, doğal dünya yoluyla bilinen ama kendisini yetkin bir biçimde ve nihai olarak Kutsal Yazılar’da ya da İsa yoluyla göstermemiş olan bir Tanrı’dan bahsederler.

Ancak deizmin yetersiz konumu onun uzun zamandır ciddi bir dünya görüşü olarak sunulmasına engel olmaktadır. Deistler Tanrı hakkında bilgileri olduğuna inanırlar ama ampirik bilgiyle yani doğa yoluyla edinilen bilgiyle sınırlıdırlar. Eğer yalnızca doğa yoluyla bilgi edinirsek bütün bir resmi göremeyiz ve Tanrı hakkında kesin biçimde o bize söylemediği müddetçe (bu da vahyin kendisidir) bilemeyeceğimiz bazı şeyler vardır. Özel bir vahiyden öğrenilmiş bazı şeyleri varsayıp kaynağını açıklamıyorlarmış gibi görülebilirler.

Bundan dolayı ya Tanrı resmin içinde tutulmalı ve önemi kabul edilmelidir ya da tamamen ortadan kaldırılmalıdır. İkincisi doğacılığın verdiği karşılıktır. Bu dünya görüşü bir önceki makalede açıklandığından bundan sonra nihilizm’e (hiççilik), doğacılıktan yetişmiş bir ruh haline, geçeceğiz.

Nihilizm

Mademki artık Tanrı insani deneyimin sınırına itildi neden artık onu tamamen ortadan kaldırmayalım? Bütün pratik değerini kaybetti, artık ona neden inanalım ki? Böylece doğacılık; bir tek varoluş düzeni yani doğa olduğu, doğaüstü bir düzenin varolmadığı inancı başladı. Bu görüş önceki makalede tartışılmıştı, dolayısıyla burada genişletmeyeceğim.

 

Tarihsel Arkaplan

Birçoklarına göre doğacılık bir nefes temiz havaydı çünkü artık yanıtları bulmak için dine bakmak gerekmiyordu. Doğacı inançlarıyla modern insan, insanın kendisi için iyi bir yaşam gerçekleştirebilmek olasılıkları konusunda daha iyimser olmaya eğilimliydi. Doğaüstününün sınırlarından kurtulmuş olarak insan kendisinden her ne isterse onu yapmakta özgürdü.

Ancak birçokları bu “özgürlüğün” belirgin faydalarını göremedi. Doğacılık doldurmakta yetersiz kaldığı bir boşluk üretti. Gerçekten de yalnızca evrimsel gelişimin bir başka evresimiyiz? Şuanki gerçeklik bütün varolanmıdır? Evrende sonsuz, aşkın bir değer yokmudur? Ortaya çıkan dünya görüşü (ya da belki de ruh halidemeliyiz) nihilizmdi. Nihlizm gerçekte bir felsefe değildir çünkü dünyanın herhangi bir sistematik kavranışını bize sunmaz. Felsefe olmaktan çok anti felsefedir çünkü temelde bir inkardır; her bir şeydeki gerçek değerin inkarı. Gerçek bir doğru ya da yanlış, güzellik, bilgi, vs yoktur.

Nihilizmle sıkça ilişkilendirilen bir isim de 19’ncu yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche Tanrı’nın ölmüş olduğuna karar verdikten sonra Tanrı’nın ölümüyle birlikte batılı insanın Tanrı inancına dayanan yüksek değerlerinin de gitmiş olduğunu gördü. O ayrıca bu kaybın gerektirdiği özgürlük kaybının da farkına vardı. Yani sadece evrimin doğal ürünleri, sadece maddi bedenler ve akıllar olmamız gerçek bir özgürlük olmadığı anlamına gelir. Bizler belirlenmiş bir evrenin belirlenmiş parçalarıyızdır.

Nihilizmin yükselişinin bir başka açıklaması toplumsal ve siyasal öğeleri devreye sokar. Bu yüzyıl boyunca birçok insan birçok “izm”leri denedikten sonra hiçbirine güvenilemeyeceğine karar verdi. Böylelikle basit bir faydacılık, işe yararlılığın önemli tek şey olduğu fikrini geliştirdiler. Alman teolog Helmut Thielicke şu yorumda bulundu:

“Faydacılıkla doldurulmuş ve istila edilmiş bir dünyada kaçınılmaz olarak her şeyin “sahte”, en azından üretilmiş bir yalan olup olmadığı ve bu putlar merasiminin en sonunda her zaman yeni bir ideolojiye bürünen ama sonuçta yine de hiçlik olan bir Hiçlik olup olmadığı sorusu ortaya çıkar.”(15)

 

Tanımlanışı

Thielicke devam eder, “Nihilizm bir program değil bir değer yargısıdır. O akla gelebilecek en azından herhangi bir mantıki dizi içersindeki bütün değer yargılarının sonuncusudur. Ve bu haliyle de bir ölüm yargısıdır. Nihilizmin başka hiçbir istek ya da amacı yoktur; bir çizgi çizip sonunu getirmekten memnundur.”(16)

James Sire, Breath’i, Samuel Beckett’in bir oyununu, tiyatroda nihilizmin başta gelen örneği olarak gösterir. Sahnede aktörler yoktur sadece bir çöp yığını vardır. Sahne ışığı azalır sonra artar sonra tekrar azalır. “Sözler yoktur sadece oyunu açan “kaydedilmiş” bir çığlık bir nefes alımı, nefes verimi ve sonra oyunu kapatan ilkiyle aynı bir “kaydedilmiş” çığlık. Beckett için yaşam böyle bir “nefes”tir. (17)

Öyleyse Nihilizm bir kayıp felsefesidir, moda bir dünya görüşü olarak onunla oynayanlar ya onu anlamıyorlardır ya da anlamaya çalışmamışlardır. Bir yazarın söylediği gibi “Nietzsche kolay yoldan ateizmin yerine acı veren ateizmi koymuştur” (18)

Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması

Nihilizm açık bir biçimde Hristiyan öğretişiyle uyumsuzluk içerisindedir. Tanrı ölmemiştir ve onun doğa ve istenci bizleri aşan değer ve anlam için bir yapı sağlar. Tanrı dünyada etken ve Planlarını gerçekleştirmek için çalışıyor olduğu için umutlanmak için gerçek bir temel vardır.

 

İçsel Zayıflığı

Nihilizmin aynı zamanda kendi içsel zayıflıkları vardır. Temelde doğacı olduğu için doğacılığın zayıflıklarını taşır. Bizi herhangi bir gerçek özgürlükten mahrum kılar çünkü doğal düzenin ya katı bir nedensel temelde ya da tesadüf yoluyla (ya da ikisi birden) işlediğine inanılır. Ama yine de Nihilistle, tıpkı başka herkes gibi sanki dikkate değer bir özgürlükleri varmış gibi hareket ederler. Bizler gündelik olarak doğru seçimler yapmak ve eğer yapmazsak sonuçlarına katlanmak sorumluluğuyla karşı karşıya geliriz. Aynı zamandaysa nihilistlerin katı doğacılığı bilgi iddalarını şüpheli hale getirir. Eğer beyinlerimizdeki kimyasallar ve elektrik devreleri basitçe fiziksel neden ve sonuç yasalarını takip ediyorlarsa neden düşüncelerimizin bizlerin dışında herhangi bir gerçekliği yansıttığını yanlızca beyin hücrelerimizin gelişi güzel faaliyetinin bir parçası olmadıklarını düşünelim. Son olarak ahlak, sadece bir “varolan olması gerekendir” sorunu olamaz öyle olsa reforma yer kalmazdı. Başka bir insan ya da kültürün sadece daha çok işe yarayacağı için değil doğru olduğu için bir şeyler yapması gerektiği suçlaması gayri meşru olurdu. Bu nedenle nihilizm varlığımız, bilgimiz ve ahlakımızla iligili olarak bizleri boş bırakır. Bütün bunlarla birlikte anlam kaybı da gerçekleşir.

Ama bu nihilistin zaten bildiklerini söylemektir! Samimi nihilistler bu dünya görüşünü modaya uymak için edinmemişlerdir. Sözleriyle yalnızca basitçe dünyayı gördükleri şekli yansıtmaktadırlar ve buna kederlenirler.

Nihilizme nasıl yanıt verebiliriz? Nihilistlerin sergiledikleri varoluşsal tutarsızlıklara işaret ederek işe başlayabiliriz. Örneğin her ne kadar hiçbirşeyin anlamı olmadığını söyleseler de çeşitli işlere verdikleri zaman ve çabayla onların düşündüklerinin anlamlı olduğunu ima ederler. Nihilist sanat, örneğin Dada, bir şeyler söylemeye çalışır; bir anlama sahip olma iddasındadır. Eğer bir anlama gelmezse nihilizmin açıklamak istediği dünya imajını iletemez. İkincisi, bütün anlamsızlık iddaları dünyanın hali üzerine olmak zorundadır. Ama eğer bilgi yoksa, nihilistler dünyanın nasıl olduğunu bilemezler. Üçüncüsü o, basitçe bu anlam, değer ve huzur üç örneği olmak üzere varlığımızın gereksindiği her şeyi yadsır.

Çok az insan tamamen nihilistik bir dünya görüşüyle yaşayabilir. En taviz vermez sinikler [ alaycı ] kendilerini, -ne kadar küçük olsa da- veya yaşamın anlamsızlığını haykırıyor da olsa anlamlı olduğunu düşündükleri bir şeye adarlar. Anlam ve değer kaybının umutsuzluğunun hissedilmesi gerçekten böyle şeylerin istenir olduklarını ima eder. Nihilistler ne yapabilirler? Yaşamlarına son verebilir böylelikle böyle saçma bir dünyaya tahammül etmekten kurtulurlar. Yaşamlarını değerden yoksun felsefeleriyle, yaşamlarını ayrı tutmak yoluyla sürdürmeyi başarabilirler. Ya da yaşama değer ve anlam veren bir şeyler arayabilirler. Varoluşçulukta saçma bir evrende anlam arayan bir dünya görüşü buluruz.

Varoluşçuluk

Varoluşçuluk temelde seçimlerimizin kim olduğumuzu belirlediğini savunan bir dünya görüşü ya da gerçekte bir dünya görüşleri koleksiyonudur. Kendi anlam ve değerimizi yaratırız. “Varoluş özü önceler” diye söylenir. Yaptıklarımız, yaptığımız seçimler, özümüzü belirler. Böylece varoluşçular anlamsız bir dünyada kendi anlamlarını yaratmak peşindedirler.

(Burada theistik ve ateistik varoluşçuluk biçimlerinin bulunduğunu not etmeliyim. Burada biz sadece ateistik türevini hesaba katacağız)

Tarihsel Arkaplan

Varoluşçuluk hem felsefi hem de deneyimsel köklere sahiptir. Felsefeyle ilgili olarak doğacılık insanı Tanrısız, modernist düşünce tarafından onaylanan kökten bireycilik ve özerklik ise bireyleri yapa yanlız bırakmıştır. Yaşam deneyimleriyle ilgili olaraksa teknoloji bizleri sadece makinenin herhangi bir parçası haline getirmiştir; Ya verimli ol ya da yoldan çekil modernist bir yaklaşımdı. İlave olarak teknolojinin doğa kirliliği ve atom bombası gibi bazı yan ürünleri yaşamı daha riskli hale getirmişti. Ve sonra Avrupalı’ların kapılarının önünde gerçekleşen iki korkunç dünya savaşı geldi. Sonuç insanın tamamen yalnız ve tehlikede olduğu düşüncesiydi. Bu etkenler bir umutsuzluk felsefesi için sahneyi hazırladı.

 

 Tanımlanışı

Umutsuzluk varoluşçuluğun temellerinde vardır. “Bölünmüş bir dünya”, “belirsiz dünya” “altüst olmuş” içine “atılmış” ve “lanetlenmiş” ama yine de “çoşkulu” ve “özgür” olduğumuz kayıtsız ya da hatta “saçma” gözüken bir dünyada yaşıyor olduğumuz söylenir.” (19) Varoluşçular akıl, ulus ya da gelenekten gelen çözümleri kabul etmeyi reddederler. Para, fiziksel zevk, şöhret gibi alışılageldik mutluluk yollarının insanların ümidini kırdığını görmüşlerdir. Tabii ki ateist varoluşçular Tanrıya bakmayı reddederler. Tanrı yalnızca felsefe salonlarında değil ama aynı zamanda kentin sokaklarında da ölmüştür ve insan kendi başına kalmıştır.

Gerçek sorun, onlara göre, insanları gerçek mutluluktan ayıran insanlık durumunun hatalı anlaşılmasıdır. Bizi bir zerre kadar umursamayan devasa ve korkutucu bir evrende yalnızızdır. Bu farkına varış, bir yanda bir ürperti diğer taraftansa eksiksiz özgürlükten kaynaklanan neşenin birbirlerini karşılıklı etkilemesiyle bir keder yaratır. Neden varolduğumuzu ya da kaderimizin ne olduğunu bilmeyiz; ne nereden geldiğimiz bize söylenmiş ya da herhangi bir şeyin değeri verilmiştir. Bunun kararını vermek tamamiyle bize (bana) bağlıdır. Her ne kadar evrenin benim fikir ve arzularıma uyup uymayacağına güvenemeyecek olsam da bir şeyler yapmam gerekir, bir faaliyette bulunmalıyım. Kendimden herne yapabiliyorsam onu yapmaya mahkumumdur. Ve özgün olabilmek için kendime ve hepsinin ötesinde kendi seçtiğim değerlerime sadık olmalıyım.

Varoluşçuluk, öyleyse, her şeyden önce bir değer teorisidir. İnsanlık durumuna ve iyi bir yaşamı neyin oluşturduğuna odaklanır. Bu onu, insanlık dışı bir dünyada yaşayan insanın acınacak haline duyarlı birçokları için popüler kılmıştır.

Varoluşçuluk bu ülkede çok çekici olduğunu 60’larda kanıtlamıştır. O bireylere adet ve gelenekleri bir kenar atıp kendi kurallarını yapmak “özgürlüğü” vermiştir. Onun izlerini bizlerin, bireysel olarak, kendi yaşamlarımız söz konusu olduğunda değer için nihai otorite olduğumuz şeklindeki yaygın nosyonda ya da deneyimi akla yeğleyişimizde ya da “anı yaşa!” yaklaşımımızda görürüz.

Kendi yaşamını belirlemek için geleneksel ahlaka sırtını dönmek Pleasentville filminde; bir siyah beyaz tv dizisi olan Pleasantville ‘in dünyasına naklolan 2 genç insanın hikayesinde gözlemlenebilir. Kahramanların yaşamları yalnızca cinselliklerini ifade etmeye başladıklarında renklenmeye başlar. Kız sonunda kendini akademinin sağlıklı alanında bulur ama bu onun yalnız yaptığı bir seçimdir; o kendi varoluşunun sorumluluğundadır.

 

Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırma

Ateist varoluşçulukla Hristiyanlık arası zıtlıklar çok açıktır. Kutsal Kitap bizlerin nereden geldiğimizi bildiğimizi; evrenin herhangi bir devasa çöplük değil ama gerçek ve yaşayan Tanrı’nın bizlerin de birer parçası olduğumuz planlarını uyguladığı bir ortam olduğunu öğretir. Gerçek, ahlak ve değerler için bizlerin ötesinde duran bir kaynağımız vardır. Nereye gittiğimizi biliriz. (ya da bilebiliriz) Öte yandan her ne kadar kayda değer oranda özgürlüğümüz olsa da kendimizi istediğimiz şey yapacak mutlak özgürlüğe sahip değilizdir. Ne de tamamen yalnızızdır; zengin ve anlamlı yaşamlar deneyimlemek için Tanrı’nın kaynaklarına sahibizdir.

Yaşamdaki tehlikelere işaret ederek olumsuz durumumuzu dikkate almada ve görünüşte saçma bir dünyada sağlam durmak için azimli olmada yanlış bir şey yoktur. Sorunlar tamamen yalnız olduğumuz ve yaşamlarımızın yükünün tamamen sırtımızda olduğuna inanmakla başlar. Tanrı bugün ve gelecekteki yaşamlarımızın yükünü üzerine almıştır. Tek başımıza değiliz.

 

İçsel zayıflığı

Varoluşçulukta da içsel sorunlar vardır. Örneğin eğer varoluşçuların söyledikleri durumdaysak neden kaygılanmamız gerektiği merak edilebilir. Neden kendi varoluşumuzu yaratırken özgün olmak ya da iyi niyetle hareket etmek için tasalanmalı ki? Can sıkıntısı için neden canımız sıkılsın? Neden sadece yiyip içip neşelenilmesin? Değer ölçütleriye ilgili olarak nasıl herkesin kabul etmesi gereken bazı değerler, iyi ve kötü, güzellik ve çirkinlik için evrensel ölçütler olduğu nosyonunda nasıl kaçınılabilir? Bazı şeylerin saklanmaya değer bazılarınınsa çabalamaya değmez olduğuna inanmaktan vazgeçemeyiz.

Varoluşçulukta eylemleri yargılamak için ya da basit bir olumlamadan: “Bunu ben seçtim”in ötesinde yaşamdaki önemli kararlar için bir temel yoktur.

Bu kadarı yeterli mi?

Postmodernism

Şu ana kadar tartışılan dünya görüşlerini belirli bir mesafeden ele almak bizler için kolaydır.

Muhtemelen bu makaleyi okuyanlardan çok azı, deist, nihilist ya da hatta varoluşçudur. Bunlar birçoğumuzca denenmiş ve unutulmuş dünya görüşleri dolabına güvenli bir biçimde tıkılabilirler. (her ne kadar birçoğumuz kendi düşünüşümüzde bunların bir ya da bir kaç öğesini bulabilecek olsa da) Durum postmodernizmle; inceleyeceğimiz son dünya görüşüyle ilgili olarak tamamiyle farklıdır çünkü o yüzyıl sonu batılı insanoğlu düşüncesinin temel ruh halini tanımlar. Hepimiz farkında olsak da olmasak da postmodernizm denizine batmışızdır ve onun varsayımları düşüncemizde o kadar derine kök salmıştır ki Hristiyan olanlar bile çoğu zaman postmodern yaklaşımlar sergilerler.


Tanımlanışı

Gerçekten de nedir şu postmodernizm? 1970’lerde Jean François Lyotard, Quebec hükümeti Üniversiteler Konseyi’ne “en yüksek gelişmiş toplumlarda bilgi üzerine bir rapor” sundu. Bu rapor Postmodern Durum: Bilgi Üzerine bir Rapor adıyla yayınlandı.(20) Bu kitap postmodernizmi anlamada ölçüt olabilecek bir metin olarak bizzat başlığında bize bu dünya görüşünün doğası hakkında bir ipucu verir. Postmodernizm gerçekten de bir felsefe değildir çünkü felsefe geleneksel olarak içinde yaşadığımız gerçeği anlayabilmek için kullanılan bir alet olmuştur. Postmodernistler bunun yapılamayacağına inanırlar. Dolayısıyla postmodernizm bir felsefe olmaktan çok bir durum ya da ruh halidir. Kısaca postmodernizm aydınlanma rasyonelizmine karşı bir tepkidir. Ama aynı zamanda, geç 19’ncu yüzyılla geç 20’nci yüzyıl arasında bir zamanda başlayan tarihsel bir zaman devri, bir dönemdir. (21) Bu makalede biz postmodernizme zaman devrinden çok bir ruh hali olarak eğileceğiz.

 

Tarihsel Arkaplan

“Aydınlanma rasyonelizmi”yle Avrupa’da 17’nci ve 18’nci yüzyılda geliştirilen bilgi ülküsüne atıfta bulunuyoruz. O modernite adını vediğimiz şeyin entelektüel temelini oluşturmuştur. İki konu Aydınlanma’da önemliydi: eleştiri ve iktidar (eleştiri burada sıkı analize gönderimde bulunmaktadır) Amaç, bir yazarın söylediğine göre “insanları mitten, batıl inançtan ve doğanın gizemli güçlerinden büyülenme hallerinden” özgürleştirmekti. (22) Gerçek, vahiy yoluyla değil ama bilimsel araştırma ve akıl yoluyla bulunuyordu. Bilgi artık tutkulardan arınmış, nesnel ve kesin olmalıydı. Her şey artık sayılabilirlik ve yararlılık kurallarına uygunluk göstermeliydi; hesaplanabilir ve işlevsel olmalıydı. Akıl gerçekte bir tek çeşit akla indirgenmişti, matematik ya da bilimsel kesinliğinkine. (23)

Postmodernistler bilgi sayılmaya indirgendiğinde bir şeylerin kaybolduğuna inanırlar.

Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili birkaç sorun vardı. İlk olarak bilim ve ondan kaynaklanan teknoloji gelişimiyle elde edilen yeni bulunmuş bilgi insanların yaşamın önemli sorunlarını hiçbir aşkın yardım olmaksızın çözebileceklerini düşünmelerine yol açtı. Ancak sonradan görüldü ki akıl sahip olduğu düşünülen güce sahip değildi. Bütün öğrenimimiz ve teknolojimizle bugün hala yaşamlarımız üzerinde arzulamış olduğumuz güce sahip değiliz. Bu yüzyıldaki doğal felaketler ve iki Dünya Savaşı gibi büyük savaşlar insanların, bizleri hasta etmiş olan herşeyi basitçe akıl yoluyla düzeltemeyeceğimizi fark etmelerini sağladı.

Bunlar ve bilim tarafından keşfedilen yeni gizemler gibi diğer etkenler neyin gerçek olduğunu gerçekten bilebilme yeteneğimizin altının oyulmasına hizmet etti. Gerçekte, postmodernistler gerçeğin önermelerin dışsal gerçeklikle tekabüliyeti biçimindeki klasik gerçeklik anlayışından yüz çevirirler. Bazı çok etkili postmodernistler şimdilerde faydacılığı, işe yararlığın umut edilebilecek tek şey olduğu inancını desteklerler. Bu, söylemeye cüret edeceğim ki çoğu olmasa da birçok Amerikalının da düşünme biçimidir.

Gerçeklik üzerine bir başka postmodernist nitelik de şudur. Postmodernizm, modernizmin bireysel yaklaşım niteliğini reddiyle uyumlu olarak gerçeğin bireysel aklın işlerinde değil ama toplulukta bulunduğunu savunur. Bir yazarın belirttiği gibi, “Gerçek toplulukta kişisel refah ve topluluğun kişsel refahını kolaylaştıran temel kurallardan oluşur”(24) Düşüncemiz de tıpkı varlığımızın tüm diğer alanları gibi mensubu bulunduğumuz toplulukça biçimlenir. (25) Örneğin, siyaseten ve sosyolojik olarak bu, bireyin daha büyük grubunkine uyum sağlamasının beklendiği anlamına gelir.

Yine bilginin Sekülerleşmiş (laikleşmiş) doğasından ve genel olarak gerçeği bilmenin yarattığı güvenin kayboluşundan kaynaklanan bir başka sorun da nihai gerçeklerin bilgisinin kaybedilmesiydi. “Bütünleştirici meta anlatılar” olamaz, yani her şeyi kapsayan şeylerin varolma biçimleriyle ilgili büyük hikayeler ya da açıklamalar olanaklı değildir. Bu hem özgürleştirici hem de ürtkütücü olabilir: hiçbir düşünce sistemiyle sınırlandırılmış olmama anlamında özgürleştirici, neyin gerçek olduğu hakkında karanlıkta kalmamız anlamında ürkütücü. Bu biraz, hiçbirinin besin değerini bilmeden çeşitli yemeklerden seçim yapabileceğimiz bir kafetaryada yemek yemeye benzer.

Aydınlanma rasyonelizmiyle ilgili ikinci bir sorun da olgunun (gerçek /değer ayrımı) değerden ayrılmış olmasıydı. Aydınlanmanın matematik ruh hali değerler hakkında yargıda bulunulmasına izin vermiyordu: bu ayrı bir şeydi. Öyleyse yargılarda bulunabilmek için hangi dayanaklar kalmıştı? Buradan post modernizmin etik ikilemi kaynaklanır: Yargıda bulunmak iç i n herhangi bir dayanağa sahip olmadan nasıl yargıda bulunulur? (26) Bir yazar bizzat Yahudi Soykırımı’nın Aydınlanma düşüncesi için bir model olduğunu öne sürer. “Ölüm kamplarının dünyasında” diye yazar Thomas Docherty, “her şey rasyonalize edilmişti”. Hangi ırklar ve insan çeşitlerinin yaşamını sürdürmeleri hangilerininse sürdürmemelerini belirleme arzusunda görülen bir doğaya hükmetme arzusu vardı. İşlem çok düzenli ve verimliydi. Teknolojik gereçler de, aynı zamanda, Nazilerin amaçlarını gerçekleştirmeleri için verimli olarak kullanılmışlardı.(27) Aklı bile amaçlarına ulaşma da bir müttefik olarak kullandılar. Bu nedenle Aydınlanma rasyonalizminin ülküleri tamamiyle şeytani amaçlar için kullanılabilir.

Üçüncüsü, Aydınlanma’da aklın sekülerleştirilmesi sonucu gelecekle ilgili sürekli artan bir kötümserlik gelişti. Danışılacak aşkın bir Varlık olmadan tarihin nereye gittiğini kim bilebilecekti? Ve kim gidilen yönünün gerçekten de ilerleme olduğunu söyleyecekti? “Artık tarihin sözde ilerlediği noktayı hiçbir biçimde bilmiyoruz.” der Docherty. “İnsanlık teleolojisi ilerleyiş olan seküler bir harekete girişti”(28)

Öyleyse postmodernizm bizi nihai gerçeklerin bilgisinden, değer yargıları ve geleceğe dair umut için bir dayanaktan yoksun bırakır. Genel olarak, öyleyse, postmodern ruh hali karamsardır. Öyleyse neye inanmamız ya da ne yapmamız gerektiğini nasıl biliriz? Neden burada olduğumuz ya da nereye gittiğimizle ilgili bize rehberlik yapacak bir bilgi ve herhangi bir aşkın kaynaktan gelen değerleri belirlemekle ilgili bir dayanak olmayınca insanlar basitçe bizim için gerçek olanı seçmemiz gerektiği düşüncesiyle yetişirler. Artık bilgiye istenç dahil edilmiştir(29) Postmodernistlerin sordukları soru: “Neye inanmayı seçerim?” ve “Ne yapmayı seçerim?”dir.

Postmodern ruh hali yaşamın çeşitli alanlarında kendini göstermiştir. Bir tanesi dil anlayışındaki değişikliktir. Dil artık toplumsal olarak oluşturulmuş görülür; artık topluluğun iletmesini istediği şeyi iletir. Edebiyat, öyleyse bir yazar ve onun kültürel topluluğunun önyargılarını yansıtır olarak anlaşılır: yazar açıkça kendi ya da topluluğunun faydasına olacak şeyi söylemektedir. Gerçek anlamı bulmak için metni yapısöküme uğratmak öyleyse lidere kalmıştır. Madem ki yazar okur üzerindeki iradesini sürekli kılmak istemektedir, okur şüpheci bir ruh hali edinir ve her ağacın arkasında siyasal iblisler aramaya başlar. Madem ki bir metnin anlamı okurca belirlenir, bir metin, okurlarının sayısı kadar çok yoruma sahip olabilir.

Örneğin, sanatta soyuta dönük bir yönelim vardı çünkü resmedilen herhangi bir nesnenin özünü tam olarak temsil edilemeyeceğimiz düşünülüyordu. Tam olarak temsil edilemeyen şeyler soyut olarak sunulmalıydı. Aynı zamanda artık genel olarak kurallar olmadığından, iyi sanatı tanımlayan ya da tahdit eden de bir kural yoktu. Sanatçi yaptığı şeyi yaparken keşfediyordu.

Mimari postmodernizmin yüzünü gösterdiği ilk alanlardan biriydi. Her zaman geleceğe bakan bir modernizmin ölümü ve yine kuralların kaybolmasıyla mimari, işlevsel, ileriye bakan bir tarzdan eklektik bir tarza geçti. Eski binalar geçmiş de takdir edilebileceği için yeniden restore edildi. Birkaç faklı tarz bir arada karıştırılabilirdi. Bir yazarın söylediği gibi, “postmodern tarz tasarım, tarihsel ve tarzsal olarak çoğulcudur” (30)

Daha önce Hristiyanların bile farkında olmaksızın postmodern inançları desteklediklerinden sözetmiştim. Bugün bu genç insanların düşünüşünün o kadar parçasıdır ki kilisede bazı kişiler bile bunu üzerinde düşünmeden “sana göre doğru ama bana göre değil” ruh hali içerisinde kabul ederler. Dallas’ta bir müjdeci Vaftizci kilisesinin Pazar okulunda öğretmenlik yapan genç bir bayan, bir gazeteciye kendisinin Kutsal Kitabın öğrettiklerine inandığını fakat bunun zorunlu olarak herkes için doğru olmadığını söyledi. (31) Belki de Kutsal Yazıların iddialarını anlamamıştı ama daha büyük ihtimalle Hristiyanlığı “benim gerçeğim, senin gerçeğin” çerçevesine uydurmuştu.

 

Hristiyan Teizmiyle Karşılaştırılması

Her ne kadar Hristiyanlar postmodernistlerden öğrenebilecek olsalar da (özellikle Aydınlanma’nın aşırılıklarıyla ilgili) postmodernizm ve Hristiyanlık arasındaki temel farklılıkları görmek önemlidir. En önemlisi, bizler nihai gerçeği bilebiliriz çünkü “o” Kendisini ve İsteğini bize açıklayan bir “Kişi”dir. Sonuç her ne kadar Aydınlanma’nın bilmemizin mümkün olduğunu düşündüğü bütün gerçeği olmasa da, gerçeği bilebiliriz. Tarihin gittiği yerle ilgili bir fikrimiz vardır ve ahlaki yargıda bulunmak için de dayanağa sahibizdir. (32)

 

İçsel Zayıflığı

Postmodernizm uzun süre yaşayamaz. Üzerine bir yaşam felsefesi inşa edilebilecek herhangi bir şeyden yoksun olmasının yanında aynı zamanda içsel sorunlarda sergiler. Gerçeğe estetik bir yaklaşımda, başka deyişle maddi olarak değil de tarz olarak yargıda bulunmayı sevebilecek olsak da başkalarının evrensel doğruluk ve ahlak kodlarıyla bize muamelede bulunmalarını isteriz. Aynı zamanda artık biliyoruz ki olgu(gerçek) ve değer arasında kesin bir ayrım yapabilmek artık mümkün değildir. En kesin ve nesnel bir bilim adamı bile bizzat yaptıkları işin değeriyle ilgili seçimde bulunmak zorundadır. Başka deyişle, bir proje diğerlerinin yerine tercih edilmelidir ve bu tip seçimler belirli değerleri yansıtırlar. Ama bir kültürel topluluk bile nihai gerçeği bilemez ve sadece faydacı bir bakış açısıyla değerlerini seçebilir olduğu için nihai olarak kültürel topluluklarda da denge yoktur.

Belirtmiş olduğum gibi, postmodernizm dört dörtlük bir dünya görüşü değil bir ruh halidir. Modernizmin ölümüyle birlikte oluşan boşluğu bir şeylerin doldurması gerekir. Bu bazı Hristiyan düşünürleri heyecanlandıran şeydir. Çünkü artık doğaüstünü engelleyen kapı, Hristiyanların Mesih’te bulunan gerçek, değer ve gelecek yönünde umudun bütün insanoğlu için bulunduğu müjdesini ilan edebilmeleri için, ardına kadar açılmıştır.

 

Notlar

  1. Jerry Solomon, "Worldviews," Probe Ministries International, 1996. Web sitemizde mevcuttur: www.probe.org/docs/w-views.html.
  2. James W. Sire's The Universe Next Door (3rd ed., InterVarsity Press, 1997), has provided an almost indispensable guide in understanding worldviews. The choice of views considered in this program were taken from this text.
  3. James Orr, The Christian View of God and the World (Grand Rapids: Eerdmans, 1948), 3.
  4. Orr, 6,7.
  5. "[I pray] that the God of our Lord Jesus Christ, the Father of glory, may give to you a spirit of wisdom and of revelation in the knowledge of Him. I pray that the eyes of your heart may be enlightened, so that you may know what is the hope of His calling, what are the riches of the glory of His inheritance in the saints."
  6. Orr, 4.
  7. Ibid., 4.
  8. Waring, v-viii.
  9. Ibid., x.
  10. Ibid., xiii.
  11. Ibid., xiii.
  12. Sire, 44.
  13. Ibid., 46.
  14. Quoted in Sire, 48.
  15. Thielicke, 25.
  16. Ibid., 29.
  17. Sire, 76.
  18. Bloom, quoted in Sire, 93.
  19. Robert C. Solomon, ed., Existentialism (New York: The Modern Library, 1974), ix.
  20. Published in English by the University of Minnesota Press, 1984.
  21. Docherty, 1,2. One theologian of our day sees modernism as having ended on July 15, 1972 when a housing project based upon modernistic principles of functionality was demolished. Still another marks its demise with the collapse of the Berlin Wall in 1989. Cf. Gene Edward Veith, Postmodern Times: A Christian Guide to Contemporary Thought and Culture (Wheaton, IL; 1994), 27,39. Perhaps this wide time span points to the way philosophies can take years to come to fruition in the public sphere.
  22. Thomas Docherty, ed., Postmodernism: A Reader (New York: Columbia Univ. Press, 1993), 5.
  23. Docherty, 5.
  24. Stanley J. Grenz, A Primer on Postmodernism (Grand Rapids: Eerdmans, 1996), 14.
  25. For more on this the reader might wish to consult my article "Where Did 'I' Go?: The Loss of the Self in Postmodern Times," available on our Web site at www.probe.org/docs/wheredid.html.
  26. Docherty, 26.
  27. Ibid., 12,13.
  28. Ibid., 10.
  29. Ibid., 6.
  30. Veith, 114.
  31. Mary A. Jacobs, "Truths Under Construction," Dallas Morning News, 31 May, 1997.
  32. Another major difference is over the matter of human nature and identity. In postmodern thought, the self is lost, whereas Christian theology sees us as distinct individuals with permanent identities (even though we might experience changes in our personalities, vocations, lifestyles, etc.). See my article "Where Did 'I' Go?: The Loss of the Self in Postmodern Times" available on our Web site at www.probe.org/docs/wheredid.html.

© 2000 Probe Ministries International

 

IsaMesih.Org için çeviren:Barış B.

Makalenin orijinal kaynağı: http://www.probe.org/docs/w-views2.html

http://www.hristiyan.org/dunyagoruslerı/index2.htm